18 Kasım 2012 Pazar

Bir gariplik daha...


Bazı insanları anlamak gerçekten zor…

Bazı insanları anlamak gerçekten zor…
Ben sanki sürekli şikayet ediyormuş gibi bir izlenim veriyorum biliyorum ama yapmadan da olmuyor. Farkındalığın ne olduğunu bilip anlayabilecek kapasitede olan bu insanlar –az sonra bahsedeceğim tipitipler-  belki olur da denk gelir de okurlarsa bu yazıyı, anlayabilirler kendilerindeki o tahammül edilmez küstahlığı. Ben de nasıl sinirlenip gaza geldiysem şiir gibi yazdım, kafiyelerimi seveyim.
Kimdir bunlar? Neden ben bu kadar rahatsız oluyorum? Belki başkaları da rahatsız oluyordur da farkında değillerdir. Bir irdeleyip görelim. Bu yüzden önce madde madde yazmak istedim ki “Tamam işte bu o!“ diyebilelim ve karşı atağa geçelim. Fakat, yazdığım maddelerin paragrafa döndüğünü görünce vazgeçtim.
Dış görünüşüne aşırı özgüven yükleyip bunu orada burada -güya farkında olmadan- kullanıp dikkat çektiklerinden veya ilgi gördüklerinden habersizmişçesine haberli olanlar. “Ben aslında farkındayım ki, normal” düşüncesini, “Aaa yok canım olur mu öyle şey” şeklinde dışarı salar bunlar. Içlerindeki gereğinden fazla özgüven bom bom bom patlar o anda. Ilgi odağı olmaya da bayılırlar tabi. Ben bile şu aslan (burç olarak aslan) halimle utanıp sıkılırken sen niye böylesin? =)
Bunlar bazı şirketlerin saçma yöneticileri gibidirler. Ortada varolan sorunu kabullenmeyip içten içe sorumluluk alırlar. Yani sürekli bir inkar etme durumu hakimdir. Ortada olan şeyin illa ki bir sorun olması da gerekmiyor. Dersin ki “Ya şu da böyleymiş.” Anında antitez gelir ama o tezin hipotezi anında yazılmış, test sonucu da saniyeler içinde ona göre başka sonuçlanmıştır: “Yok yaa, o şöyle.” Gayet net. O, “şöyle”dir onun için. Ne alternatifi ne de dayanağı vardır. Sanki 100 yıllık iş/hayat tecrübenle konuşuyorsun!!!
Bir konu hakkında karşılıklı konuşmadayız diyelim. Bir yerden öğrendiklerinizi (okul olur, iş ile ilgili birşey olur, ders ile ilgili birşey olur..) aktarıyorsunuz. Daha konuşmanızı hatta o an söylediğiniz cümleyi bitirmenize izin vermeden araya girer, “Tabi ya, evet, …………..”şeklinde, sanki yılların profesörüyüm ben biliyorum edasıyla. Ben şahsen diyaloğu ısrarcı bir tavra girmemek ve argo tabiriyle sidik yarıştırmamak adına “Hıı hıı!” der, susarım. Içimden ses gelir: “Sen her b*ku bil, tamam.” Ya da bazen konuşmamı bitirmek adına devam ederim ki o zaten biliyodur konuşmanın devamını da… Aman benimki de laf işte! :D Ulen sen gelirken ben çoktan dönmüştüm. Bunun için çok uygun bir laf var: “Dün b*ktun bugün koktun!”. N’oluyoruz, huuopp? :) Ya herşeyi de bilme be kardeşim! Tereciye tere satıyorsun çoğu zaman, farkında değilsin. Bir kere de üstün olma çabası gösterme, azıcık alçakgönüllü ol, ölmezsin. O kadar sıktın ki artık senle konuşasım gelmiyor ya. Sana birşey söylemeye vallahi üşeniyorum, isteksiz bırakıyorsun. Keşke bir de sevmesem ya, o zaman hayat benim için de gerçekten daha kolay olurdu. Kısacası, sen hayattan hızlı değilsin, hayat sana çoktan birkaç tur bindirmiş. Çabalama yani.
Yani kısacası lütfen ukala olmayın. Ha farkında değilseniz eğer bunun, bir düşünün. Yine söylüyorum: Ayna.
Esenlikler diler işime dönerim :)


13 Eylül 2012 Perşembe

Kadın olmak zor


Bir Kezban muhabbeti var farkında mısınız? Kim çıkardı bu muhabbeti? Kezban deyince benim aklıma ilk olarak Hülya Koçyiğit ve İzzet Günay’ın Kezban orada, Kezban burada diye seri olan muhteşem ötesi filmleri geliyor sadece. Biri bana Kezban dediğinde veya birinin başkasına Kezban dediğini duyduğumda bozuntuya vermiyorum, itiraf edeyim :) Ama gerçekten bilmiyorum ben Kezban’ın ne demek olduğunu. Acaba kişi hem filmdeki Kezban’ın köylü haline hem de şehirli haline bezetildikleri için mi deniyor, bilemiyorum.

Merak ettim ve araştırdım biraz. Çok şaşırdım. Şaşırdığım şey sonuçlar değil de, başka şeyler. Birazdan anlarsınız. Kaynağım çeşitli forum siteleri ve ekşisözlük. Kimine gore kadınlığı ile ekstra barışık kişiye deniyor Kezban, kimine gore ukala dümbeleği, kimine gore yanına bile yaklaşılmayan burnu havada, “uff snne be slk” gibi söylemleri kendine lügat edinmiş, malum yerleri tavanda, evlenmeden olmaz modunda olan, kimine gore kültürsüz, kimine gore görgüsüz, beş liralık maaşıyla elli beş liralık hayat yaşadığını düşündüren…………… Tanımlar o kadar fazla ki. Ve dikkat de ettimde, Kezban kavramı tamamen erkeklerin saçma bir şekilde uydurması. Kadınlarla bir kuyruk acısı olan bazı/birçok erkeklerin kendilerine yediremedikleri durumlarda direct yapıştırdıkları etiket: KEZBAN. Hep bir kişiliğe saldırılar falan…

Eskiden köyden gelip de batılı yaşama ayak uydurmaya çalışan, uyum sağlamakta aşırı zorlanan kadınlar için kullanılırmış bu tabir. Doğrudur. Kezban filmlerinin moda olduğu dönemde, o filmlere ithaf etmek çok normal. Bu zamana kadar da o kadar döndürüp dolaştırılmış ki artık herkes Kezban sanki. Kişi kendinden bilir işi: ben de bu yazıyı okuduktan sonra bazı espiri yeteneği aşırı geniş ve yüksek kardeşlerimin! “Haha, Kezban’a bak lan,…….” tarzı yorumlar yapacağını biliyorum. Kalmasın içinizde, yazın bir bakalım. Birisini aşağılamak için kullandığınız Kezban lügatına bir yenisini daha ekleyin.

Son gündemimiz de Meltem Cumbul. Az çok duyan gören vardır. Evlenmiş kendisi ve geçenlerde gazetecilere alyansını göstermiş. Kayınpederi de kendisini Kezban olarak nitelendirmiş. Enteresan. Değil tabi. O yaşta bir amcanın da Kezban’ın ne demek olduğunu bilmesi çok normal! İşte efendim niye göstermiş de, gösteriş budalasıymış da, buldum buldumcuk olmuş da, kaç yaşına gelmiş de evlenmiş de, neredeyse evde kalcakmış da…vb..

En çok da bunları erkeklerin dedikodu malzemesi haline getirmesine şaşırıyorum ve acıyorum. Yuh yani! Kadınlar dedikoducu demeniz, kesinlikle kendi dedikoduculuğunuzun üzerini örtmek istemenizden. Kadının kişiliğine, başarısına, yeteneklerine laf edemediğiniz için anca böyle saçma sapan şeylerden bahsedersiniz.

Ayrıca bir kadının yine kişiliğine, yeteneğine ve başarısına laf edemediğiniz için direkt olarak görünüşüne Kezban etiketi yapıştırıyorsunuz. Yok Nişantaşı sokaklarında dirseklerinde çantayla 50 cm topuklu ayakkabılarıyla yürü(yeme)yen, yok saçı kaynaklı, yok gözü lensli, yok orası böyle, yok burası şöyle, yok kelimelerin sonunu uzatarak konuşan, sakatat ve et yemeklerine “ıyy iğrannç” diyenlere hep Kezban diyorsunuz. Kabul edilen birşey var ama; evet, toplumun bakışıyla kendi bakışını uzlaştıramayıp davranışlarını kontrol edemiyor olabiliyor bazılarımız. Başkaları gibi olabilme çabaları, isteği yok değil kimsede. Ama bu kimseye yok o öyle, yok bu şöyle, yok onun kılı, yok bunun tüyü, yok o da tam Kezban diye etiket yapıştırma hakkını vermez. 

Böyle durumlar oldukça kimilerinin karşısındakilerin isteklerine, beğenilerine gore şekillenmeleri normal değil mi? Kendini beğendirme zorunluluğu durumu ortaya çıkmıyor değil mi?

Lütfen birini eleştirekseniz de, eleştirmeden once, etiketi yapıştırmadan önce kendi etiketinizin ne olduğuna bir bakın, önce kendinizi tanıyın. İğneyi kendinize, çuvaldızı başkasına batırın.

Hoff azıcık agresiflik sezdim kendimde. Siz bir düşünün. Ben de ekstra sert bir kahve içip kendime geleyim. Daha saat 09.12! Ne bu bendeki sabah gazı yahu? :)
Görüşmek üzere


6 Eylül 2012 Perşembe

Ben de kimim?


Sahip olduğunuz şeyleri biliyor musunuz? Hayır, maddi değil, manevi şeylerinizi. Sizi siz yapan özelliklerinizi. Kim olduğunuzu ancak bu özelliklerinizi bilerek öğrenebilirsiniz, bilebilirsiniz.

Peki kimsiniz siz? Kendinize sorunca nasıl bir cevap alıyorsunuz? Isim, meslek, öz eleştiri… Bunları veriş şekliniz psikolojik haritanızı çıkarabiliyormuş bilimsel olarak. Ama şimdi bilimi bir kenara bırakalım. Ayrıca kimlik, isim bilmek gibi basit bir kavram da değil.

Aslında kim olduğumuzu kendimiz yaratırız. Hem de çok basit bir şekilde. Mesela, çok tembelim. Görünüşte basit bir söylem. Tek seferlik. Beyinde çıkan bu düşünce yacaş yavaş dile gelir, yerleşir ve bu kendi hakkınızdaki bir düşünceye dönüşür. Bu düşünce böyle hissetmeye ve sonrasında da hisse dönüşür. Sonra ise, bu yeni hissimize alışıp layık olmaya çalışırız, buna gore düzen kurarız içimizde. Bu basitçe söylemler kaderimizi etkilemeye kadar gidebilen tetikleyici söylemlerdir. Siz şu an tek bir cümleyi düşünceniz haline getirdiniz. Çirkinim, beceriksizim, başarısızım, aptalım, geri kafalıyım vs.

Tüm bu düşünceler size siz olmaktan da çıkarır. Başkaları gibi olmak istemeye başlarsınız. Başkalarının özelliklerine özenirsiniz. Neden onun gibi değilim, neden ben de öyle değilim gibi sorular yer beyninizi. Öz nefrete kadar götürür bu size. En basitinden örneği de kıvırcık saçlarımızdan bıkıp düz saçlı olmak istememiz değil mi? Veya tam tersi. Özeniriz, öyle olmak isteriz. Neden? Çünkü kendimizden bıkma noktasına geliriz. Işte bütün bunlar kendimizi iyi tanımamamızdan kaynaklanıyor. Halbuki bıktığımız kıvırcık saçın başkalarına da özendirici göründüğünü farketmiyor musunuz? Başkaları da sizing gibi saçlara sahip olmak istiyor aynı zamanda.
Örnekler basit, çok basit. Ama anlamları ve arkalarında yatanlar çok derin. Neler neler çıkar oradan, farkedebiliyor musunuz?

Herkesin bir inancı var değil mi? Kim olduğumuz konusunda da. Az once bahsettim hani olumsuz olanlar. Böyle düşünmeye devam edersek eğer, o özellikler gerçekten de yavaş yavaş kimliğimiz olmaya başlayacak. Bundan korunmak lazım. Çünkü öylesine negatif bir kimlik hayatımızı da etkiler. Bakış açılarımızı değiştirir. Önyargıları arttırır. Mutsuzluğu arttırır ve nedeni kesinlikle olumsuz düşüncelerdir.

Bu yüzden kendimize adamakıllı bir şekilde soralım: “Ben kimim?”. Iyice bir düşünün ve verdiğiniz cevaplardan, vardığınız sonuçtan memnun kalın.

Bir problem olduğunu düşünüyorsanız eğer, yıkın eski kimliğinizi. Yepyeni bir ben inşa edin kendinize. Ya da ne olmak istiyorsunuz? Karar verin ve olun.

Emin olun ki sorularınızın cevabını ararken aslında o olumsuz sıfatlara sahip olmadığınızı göreceksiniz. Yeni kimliğinizle tutarlı bir şekilde yaşamayı da öğreneceksiniz.
.
.
.
.
Yeni kimliğinize kavuştuğunuza gore, hadi artık öyle düşünüp, öyle hissedip, öyle davranmaya da başlayın. Kendi tasarımınızın ta kendisi olun.
Sevgiler :) 



5 Eylül 2012 Çarşamba

Selamlaşalım...


Yavaş yavaş insanlığımızdan çıktığımızı düşünmeye başlıyorum. Bazı kişileri gerçekten anlayamıyorum. Git gide suratsız olmaya başlamadık mı sizce?

En güzel örnek plazalarda, rezidanslarda. Farklı şirketlerden çok kişi aynı çatı altında çalışıyor. Aynı anda aynı şeyleri yapıp, aynı yerlerde bulunabiliyor. Öğlen tatili araları, çay/kahve molaları, katlat arasında gidiş gelişler, işe giriş çıkışlar… Bunların tamamında birbirimizle karşılaşıyoruz. Asansörde, merdivende, koridorda vs… Tanımıyor olabilirsiniz ama asansörde yalnız değilseniz bir selam verin. Selam vermek öldürmez.İstenilen şey zaten kara kaşa kara göze selam vermek değil, insani bir değer olduğu için selam vermek. Konuşmak zorunda değilsin. Ufak bir içten tebessüm ve günaydın, iyi günler, iyi akşamlar. Bitti. Gerçekten külfet saymaya başladık bunu ve bu gibi birçok şeyi. 

Bir de büyüklerimiz der ya hani eskiden komşuluk vardı. Komşu komşunun gerçekten külüne muhtaçtı. Şimdi öyle mi? Değil gerçekten. Çok nadir ve de. Oturduğum apartmana girip çıkarken her defasında farklı insanlarla karşılaşabiliyorum. Biri çıkarken veya girerken kapıyı tutuyorum nezaketen ki kapı çarpmasın veya dışarıda kalmasın diye. Bir teşekkür bekliyor insan haliyle. Selamlaşmak zaten yok, hiç söylemiyorum bile. Aynı kata oturduğum komşularımdan biri suratsız kadının teki. Kapıda karşılaşırsak hala insani duygularımla merhaba demeye çalışırım. Kadının umrunda mı? Kapısını kitler. Gözgöze gelmemek için çabasını gösterir. Hızlı hızlı gider. Eski komşularımızı gerçekten çok özlüyorum. Neyseki hala görüşmekteyiz.

Kimisi de kendince bir tanış grubu oluşturmuştur kendine. Başka biri umrunda olmaz. Anca kendilerine kakara kikiri. Biri yeni mi gelmiş, yeni işe mi başlamış umurlarında olmaz bunların. Yanyana geçerken göz göze gelirler, yine bir selam dahi yok.

Çok çeşitlendik gerçekten. Tanıdığı halde tanımaz tavırlar takınanlar, selam verdiğin halde gülümsemeyen, selamdan rahatsızlık duyanlar… Negatiflik, kibir, kendini beğenme, ukalalık neye yarar? Ne kazandırır? İnsani olmadığı gibi toplumsal hiç değildir. Ilişkisi bile olamaz.

Hergün duyduğumuz, gördüğümüz, şahit olduğumuz, bazen kızdığımız, bazen desteklediğimiz, bazen ayaklanmaya çalıştığımız haberler var, birşeyler oluyor. Birlik içinde olmamız gerekirken yanında bir de insanlığımızı da kaybediyoruz. Yapmayalım. Basit bir selam. Hepsi bu…

Görüşmek üzere :)

4 Eylül 2012 Salı

Hani okul yaz tatiline girer...



Girerken bir gariplik olur ama. Ohh be, sonunda tatil, kurtuldum derslerden dersin ama bir yandan da arkadaşlarını özlersin, günlerini anarsın… İşte işten istifa etmek de böyle birşey. Kurtulduğuna sevinir, bir yandan da hüzün çöker. Yaz tatiliyle arasındaki farksa, tatilin ne zaman biteceğini ve okulun ne zaman başlayacağını bilirsin. Ama bir sonraki işinin ne zaman başlayacağını bilemezsin. En önemlisi de zamamını bilememen. Ekstrem durumlar da vardır mutlaka ama genelde böyledir.

Ben de böyle geçirdim işsiz günlerimi. Ne zaman içimin rahat edeceğini bilemeden. Çünkü, diken üzerinde gibiydim. Aşırı yoğun bir iş hayatından sonar evde oturmak hiç iyi birşey değil. Özellikle benim gibi çalışmayı seven, işine aşık biri iseniz. O zaman niye istifa ettim? Daha once de bahsetmiştim. Karşı koyamadığım sabredemediğim tahammül edemediğim bazı durumlar yüzünden. Her neyse…

Işimi öylesine sevdiğim için ve boş oturduğum için korkularım vardı. Bildiklerimi unutursam, ya körelirsem, ya yapamazsam vb… Korkunç düşünceler… Bunların yanında yeni çevrem ile ilgili korkularım yoktu. (Başta yoktu yani :))

Istediğim, bildiğim, bilgilerimi ve tecrübelerimi kullanabileceğim bir işim oldu şimdi. Ben buraya bilgilerimi, aklımı ve tecrübelerimi satarak girdim. Ama nasıl kullanacaktım ki bunları? Ya ben o mülakatlarda anlattıklarımı, kanıtladıklarımı masa başına oturunca yapamazsam? Hatırlayamazsam… Ya unuttuysam? Ya’lar, varsayımlar…

Eğer şanslıysanız birlikte çalışacağınız yeni arkadaşlarınız gayet de yardımcı oluyor alışmanız için. Zaten siz işinizin ilk günü stratejik kararlar almayacaksınız ki. Kimsenin sizden böyle bir beklentisi de yok zaten. Once katkıda bulunacağınız şirketi tanımaya çalışmalısınız ki ondan sonar faydanız dokunsun. Tıpkı en yakın arkadaşlarınız gibi. Tanımadığınız, dış kapının dış mandala insanlarla iletişiminizi düşünün.

Iş konusunda sıkıntı çekmedim. Bu hafta, benim yeni iş yerimde ikinci haftam ve daha ancak bu sabah saatlerinde aldığım ilk görevimi başarıyla yerine getirmiş olmanın verdiği gururla ve mutluluğuyla yazıyorumJ. Kendime olan güvenim saniyeler içinde birdenbire arttı. Özgüven çok önemli birşey. Benim kendi özgüvenimle ilgili bazı problemlerim var. bunları halletmem lazım. Aksi halde zaten özgüvenin önemli birşey olduğunu söyleyemezdim. Ben kendimle oldukça fazla konuşuyorum ve bunun bana iyi geldiğini emin olarak söylüyorum. Çünkü birçok dosttan daha dosttur kendi benliğiniz (Yanlış anlamayın sevgili dostlarım, sözüm meclisten dışarıJ). Kim olduğunuzu sizden ve ondan başkası iyi bilemez bence. O yüzden size ufak bir tavsiye: zaman zaman kendinizle konuşun, kendi iç sesinizle sohbet edin. Iyi şeyler duyacaksınız eminim. Dışarıya veya başkalarına yansıtamazsınız belki ama, en azından kendiniz bilirsiniz.

Sıkıntılardan bahsetmeye devam edeceğim ama sıkmayacak emin olun. Sadece gerçeklerle yüzleşmemi paylaşıyorum. Korkmayın yani, hepimizin hayatında var bu tür şeyler. Yazıyorum ki belki aklınızın bir köşesinde birgün bir şimşek çakar…
Arrivederci :)

31 Ağustos 2012 Cuma

Derdi tasayı bir anda unutmanın tek yolu, yüzünüzü güldürebilen mükemmel dostlara sahip olmaktır.


Hızlı bir giriş mi oldu bilmiyorum ama verdiğim uzun arayı bu temayla telafi etmenin harika bir fikir olduğu kanaatindeyim. 

Uzunca bir süre bu sayfadan uzak kalmamın sebebi, içimdeki yazma isteğini uyandıramamaktı. Sanki kış uykusundaydı mübarek. Kış ayları da değildi ki gerçi, gayet güzel yaz aylarıydı ya, neyse…

Yazmak, dediğim gibi, içimden gelen bir şey ve içimden kılımı kıpırdatmak gelmiyorken yazmakla kim uğraşır? Çünkü kafa yazmaya değil, başka dertlere odaklanmıştı, elimde değil. Kafam sürekli meşgul tonu veriyordu kalemi elime her aldığımda. Kağıda döktüğüm ancak iki cümleden sonra karalama ve saçma sapan şekiller çizme işlemine geçiyordum. Kafam neyle doluydu peki bu kadar? Hayat mücadelesinde yerimde daha ne kadar sayacağım diye düşünüyordum. Neden tam depar atma dönemimdeyken az daha sabırlı davranamadım da, bazı saçma insanların aşağılık davranışlarına katlanamadım? Katlansaydım ne olurdu peki? Kişisel hırslarıma yenik düşer, kendimi benliğimden çıkarırdım. Evet, bu kadar da otokontrolü olan biriyim ben. Dağıtmadan geri döner isem, evet boşluğa düştüm. Günlerimi ya evde televizyon izleyerek –her türlü programın ne olduğunu öğrendim- ya da dışarıda gezerek geçiriyordum. Bunun faydaları olmadı değil. Yeniden dizi ve film izlemeye, kitap okumaya başladım. Çünkü vaktim vardı. Evet, eğlenceli ve keyifli tüm şeyleri yapıyordum ama eksik olan şey koşuşturmacamdı. Türkiye GSMH’sine katkıda bulunmam da gerekiyordu! Onlarca mülakat, görüşme, sınav, ha oldu ha olmadı heyecanları derken geçti beş ay. Sonucu güzel oldu. Şu an sanırım olmak istediğim yerdeyim. Sabredemedim ama bekledim mecburen. İnşallah da şu anki memnuniyetim daimi olur.

Aslında konu bu değil ki. Bu benim ayrı bir konum olması gerekiyordu ama bir anda aradan çıktı, engel olamadım. Konu bu süreci hafif sıyrıklarla nasıl atlattığım…

Son zamanlarda en sık söylediğim sözler şunlar: Allah bozmasın, çok şanslıyım, şeytanın kulağına kurşun (uygulamalı), maşallah vb. Benim öyle güzel dostlarım var ki… Öyle sıkı arkadaşlık ve dostluk bağlarım var ki… Hayatımda öyle muhteşem insanlar var ki… Olan bana olsun, onlara bir şey olmasın hiç.

Sizi olduğunuz gibi seven, hatalarınızla bile yargılayamayan, sizi serbest bırakan ama desteğini arkanızdan asla esirgemeyen ve koruyup kollayan, üzüldüğünüzde sizden daha çok üzülen, sevindiğinizde daha çok sevinen, üzüldüğünüzde yüzünüzü güldürebilen ve yine sevindiğinizde yüzünüzün boşa hayale kapılma demek isteyerek somurtmasına neden olan o şahane insanlar…

Benim bu yazıyı doğum günümde yaptıkları sürpriz sonrası yazmam gerekiyordu. Emin olun yine aldım elime kalemi ama malum… Engel olamadım. Geç oldu güç olmadı bu sefer.

Öncelikle, siz harikulade insanlara sonsuz teşekkürler. Artık fazla kontrol edemediğim duygularımı tamamen parçaladığınız, aradaki bağın daha da farkında olmamı sağladığınız, sevginizden kesinlikle şüphe ettirmediğiniz ve hayatımda her zaman olacağınıza emin oldurduğunuz için teşekkürler…

Siz olmasaydınız, bugün de yaşadığım ufak çaplı ama etkisi büyük sıkıntı ve stresi on dakika içerisinde atlatıp da yüzüme gülücük konduramazdım ve bu yazıyı da yazamazdım.

Tekrar tekrar söylüyorum. Derdi tasayı unutmanın tek yolu neymiş? Mükemmel dostlara sahip olmakmış…
Lütfen sahip olduklarınızın kıymetini bilin ve anlamsız şeyler yüzünden dostlarınızı kaybetmeyin. Ama geri gelir ama gelmez, yine de kıymet bilin.

Not: Ben bu yazıları hadi yazayım bir şey deyip de değil de, absürt şeylerle uğraşırken veya alakasız yerlerde ve konumdayken yazasım geliyor ya, hayret bir şey J

4 Haziran 2012 Pazartesi

Otoban Manzaraları

Otobanda durmak veya duraklamak yasaktır! Trafik kurallarına göre tabi. Yasaklar delinmek içindir ya, otobanda duruyoruz o yüzden.

Yer: Silivri-İstanbul otobanı.
Zaman: Her cumartesi+her pazar

Çok sıklıkla kullandığım yoldur bu otoban ve her pazar akşam dönüşümde en az 10 araba görürüm otobanda sağa çekmiş dörtlüleri yakmış araçları. Aslında lafım durmalarına değil, ne yaptıklarına. Bazılarının tabi şahit olmuyorum an an ne yaptıklarına da, araçtan inmiş 3-4-5 kişinin ayakta neler konuştuklarını çok merak ediyorum be yahu. Arabanda konuşamıyor musun? Bu konu arabada konuşulmaz deyip de mi çekiyorsun sağa? :) Bunlardan bazılarının bagajları açık oluyor. Uzun yoldan geliniyor belli, karınlar acıkmış, yolluklar çıksın.. Tahminimce tabi. Bu türlerin bir de bariz piknik yapan şekilleri var ya neyse. 70 derece eğimli çayır çimene serilmiş piknik örtüsü, o örtünün etrafına daire şeklindeki oturma biçimi, vs... Bazı araçların niye durduğu ise belli. 5 metre ötesindeki araç sürücüsü veya her kimse, saklandığını sanarmışçasına yeni dikilmiş bir ağaç fidanına doğru dönük olduğundan ne yaptığı belli. Yuh ya, utanmazsın belli!!! Kimse görmüyor zaten seni orda, yola devam. Bazıları da kendileri yerine çoluk çocuğuna aynı işlemi yaptırıyor. Bugün de an be an şahit olduğum şeyse, mide bulantısını yatıştırma işlemi. Araç ani bir şekilde kırdı sağa direksiyonu, yaktı dörtlüleri, sağa çekti durdu. Aracın durmasıyla arka kapıdan 15-16 yaşlarında bir delikanlı öğürerek fırladı resmen. Nası dikkatli baktıysam, o çene kaslarının kasılma hareketleriyle beraber ağzından çıkan tanımsız maddeleri saniye saniye görüntüleyip beynime işledim. Bir daha asla unutmayacağım görüntülerden biri oldu bile.

Bu otoban manzaralarının içerisinde bir de farelerden birkaç görüntü vermek istiyorum. Bunlar seyir halinde olanlar. Hani arka koltukta otururken dışarıyı izlersin ya, yanından vızır vızır geçen araçların içlerinde ayrı birer hayat olur. Belli ki ailecek gidilen haftasonu gezmesinden dönüyor herkes. Sıkılmış bir şekilde müzik dinleyen, elinde kitap test çözen... Genelde dediğim gibi dışarısı izlenirken işte yanlardan geçen araçların yine aynı şekilde arka koltuklarında oturan şahıslarla göz göze gelinir. Amaaaa bir araç tipi var ki bu anlatılmaz, yaşanır. Modifiye şahin görünümlü doğan veya tam tersi araç. İçi ağırlıktan yere yapışmış, bir de arka koltukta birbirlerinin omuzlarına kollarını sarmalamış olan tipler var. Ön yolcu koltuğunda yayılmış ve kolların teki camdan sarkmış tipler. Nedir bunlar kimdir? Apaçiler diye tanımladığımız grup sanırım. Bu araçların yanından geçerken eğer önceden farkederseniz lütfen gözlerinizi muhattap etmeyiniz. Çünkü bu grup "Aha insan gördüm." muamelesi yapar size bakışlarıyla. Ardından da araçtaki diğer grup ile kakara kikiri içine girer, gözler sizde. Bu baktığı kişi hele ki bir de bayansa vay anam vay! :) İstanbul şehir içi trafiğinde bu durum sıkıştırmaya kadar varabilir ki karşılaşmadığım durum değildir. Cıstak cıstak müzik çalan, yerle adeta yapışmış bir şekilde ilerleyen, modiyife ola ola modelden 180 dereceyle sapmış, ayrıca arka camda çeşitli mesajlar içeren yazılar bulunan araçlarla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değil.

Değişik enstanteneler deyip şimdilik burada kapatıyorum. Bu konuyla ilgili olarak dışarıda gözlemlediğim birkaç durum daha var. Onu da bu yazının devamı olarak ilerleyen zamanlarda yayınlamayı düşünüyorum. Kendimce yazı dizileri mi oluşturuyorum ne? =)





1 Haziran 2012 Cuma

Audrey Hepburn

Daha önce Audrey Hepburn'den bahsedeceğimi söylemiştim. Kimmiş bu asalet? Belçika'da 1929 yılında doğmuş. O dönemlerde yaşadığı için alışık olduğumuz bir tarz çocukluk geçirmiş. Üvey baba, nazi işgali, göç, vs... Ama akıl fikir sinemada oyunculukta. N'apıp edip oyuncu olmalı. Londra'ya gidip  baleye başlamış, sonra modellik ve sonra mutlu son... İlk film. Young Wives Tale ve sonrasında yükselişe geçer; gelsin sinema, gitsin sinema. Her filmiyle adından söz ettirmiş, her filmiyle büyük başarılara imza atmış, Oscar dahil birçok ödüle sahip değerli insan. Ayrıca çocuklara olan düşkünlüğü, sevgisi, ve yüksek duyarlılığı onu o zamanın en büyük yardımseverlerinden biri yapmış. Hayır kurumlarında aktif rol oynamış.

Ben tekrar bir kontrol ettim de en iyi nitelendirilen 10 filmiyle beraber bi 10 tane daha izlemişim sağdan soldan. Biraz balık hafızalı olduğumdan filmleri net olarak hatırlayamıyorum. Ancak youtube'dan falan biraz bakıyorum da sonra aaaa bu o filmdi aaaa bu şu filmdi diyebiliyorum. Böyle böyle bayağı izlemişim yani. En bilindik filmi Breakfast at Tiffany olmasına rağmen ki çok güzel bir fimdir, benim en sevdiğim filmi "Two for the Road". Tapılası güzellikte olduğu film. Zekice yazılmış senaryosu inanılmaz komik diyaloglarla geçiyor. İlişkilerin her türlü durumunu çarpıcı bir şekilde insanın gözüne gözüne sokuyor. Birkaç kere izledim. Bazen canım sıkkın olduğunda uykuya gülerek mutlu bir şekilde dalayım diye sit-com dizileri açarım. Bu film de açtığım nadir filmlerden.
Filmlerin konularının ne olduğu ile hiç ilgilenmedim diyebilirim. Çünkü her filminde ayrı bir keyif alıp, ayrı bir eğleniyorum. Ve izlerken tekrar tekrar büyüleniyorum. Şimdi balık hafızama tekrar sordum ama şu ana kadar bana bu kadar zarif, bu kadar asaletli, bu kadar güzel, bu kadar hayranlık uyandıran biri var mıydı diye. Yok dedi.
Audrey Hepburn bu kadar başarılı kariyeriyle gözler önünde olduğundan, özel hayatı da sürekli gündemdeymiş. Fırtınalı aşkları, sorunlu evliliği ve iki çocuğuyla kendinden çok bahsettirmiş. Oynadığı bunca film ve bunca şaşaalı özel hayatından sonra inzivaya çekilmiş ve çok özel projelerde yer almış sadece 1990'dan sonra. Zaten günümüzün moral bozan, can sıkan hastalığı kanser yüzünden de 1993 yılında, 64 yaşındayken veda etmiş bizlere.

50'lerin ve 60'ların efsane isimlerinden olan bu varlık, yüzünden hiç eksiltmediği kakülleri, hep aynı olan göz makyajı, narinliği, zarifliği, iri güneş gözlükleri, uzun ağızlıkla içtiği sigarası, kibar saç topuzu... Giydiği her kıyafet üzerinde ayrı bir güzel duruyor. Başkası giyse öyle durmaz. Bunca şeyin aynı bedende buluşması imkansız yaa. Ama gerçek işte. Bence gelmiş geçmiş en güzel kadın diyebileceğim biri. Bu arada gerçek ismi "Edda Van Heemstra Hepburn-Ruston".

"- As you grow older, you will discover that you have two hands; one for helping yourself, the other for helping others.

- For beautiful eyes, look for the goods in others; for beautiful lips, speak only words of kindness; and for poise, walk with the knowledge that you are never alone.

- I believe in manicures. I believe in overdressing. I believe in primping at leisure and wearing lipstick. I believe in pink. I believe that laughing is the best calorie burner. I believe in kissing, kissing a lot. I believe in being strong when everything seems to be going wrong. I believe that happy girls are the prettiest girls. I believe that tomorrow is another day and I believe in miracles.
- I've been lucky. Opportunities don't often come along. So, when they do, you have to grab them.

- When you have nobody you can make a cup of tea for, when nobody needs you, that's when I think life is over.

- There is more to sex appeal than just measurements. I don't need a bedroom to prove my womanliness. I can convey just as much sex appeal, picking apples off a tree or standing in the rain.

- The beauty of a woman must be seen from in her eyes, because that is the doorway to her heart, the place where love resides. And the beauty of a woman is not in a facial mode but the true beauty in a woman is reflected in her soul. It is the caring that she lovingly gives the passion that she shows. The beuaty of a woman grows with the passing years." ............. Söylediği bu cümleler benim hoşlanıp seçtiklerim.. Efsaneleşmiş daha nicesi var tabiki.


İşte böyle. Bakıp izleyip hayran kalmamak elde değil. Böyle hayran olduğum kişilerle ilgili yazılarıma devam edeceğim. Bir sonraki ismim yine efsanelerimden Bob Marley ile görüşmek üzere.


30 Mayıs 2012 Çarşamba

Öfke kontrolü

Sinirlenmek sizin için en anlam ifade ediyor? Sinirlendiğiniz zaman Hulk gibi yakıp yıkıyor musunuz yoksa sizin de siniriniz benimki gibi saman alevinden mi? Öfkenizi ne kadar kontrol edebiliyorsunuz? Daha doğrusu kontrol edebiliyor musunuz? Kontrol altına almak için neler yapıyorsunuz? Biraz psikolojik davranışlardan bahsedelim.


Kimi insan duygularını an-be-an açıkça belli eder. Sevincini, üzüntüsünü, kızgınlığını hemen yansıtır etrafına. Kimisi de benim gibi içine atar. Mesela ben birine kızdığım zaman içimde kalır o. Tepki veremem. Ama beynimin içini yer bitirir o öfke. Ve bir türlü dışa vuramam. Bu iyi değil. Böyle anlarımda beni rahatlatacak ve sakinleştirecek birşeyler ararım. Mesela Regina Spektor ve King of Convenience dinlerim. Müzikleri ve sesleri aşırı iyi gelir. Ne de olsa müzik ruhun gıdası. Bir diğer yaptığım şey de yürümektir. İstanbul'da yaşamayı en fazla deniz olduğu için sevdiğimden mümkünse deniz kenarına gider yürürüm. Bana en yakın sahil kenarı Bakırköy sahili. Hiç ahım şahım iç açıcı bir yer değil aslında ama denizin olması yeterli geliyor o an. Su sesleri de müzik tınısı olduğundan iyi geliyor. Yürürken hızımı kontrol edemem, bir bakmışım neredeyse koşacağım. Deniz bulamadım mı? Yine yürürüm. İki üç sokak dolanır gelirim veya markete pazara falan girerim. Birşey daha yaparım ki onun sonu çoğu zaman iyi olmuyor, kozmetik shoplara girerim. Dolanırım bakarım incelerim koklarım denerim ve tabi ki alırım. Çıktığımda gerçekten rahatlamış oluyorum ama kredi kartı ekstresi iyi gelmiyor :)

Konu buyken aklıma geldi. "Breakfast at Tiffany" filminde Audrey Hepburn'un böyle bir sahnesi filmin ilk sahnelerinde. Hüzün çöktüğünde ve korkuya kapıldığında taksiye atlayıp Tiffany'ye gidiyor. En kısa yoldan sakinleştirici bir yöntem onun için. Hazır konu açılmışken, Audrey Hepburn'ü çok severim. Neredeyse tüm filmlerini de izledim. Bazılarını birkaç kere izledim. Bu film de onlardan biri. Bir sonraki yazımda ona olan hayranlığımdan bahsedeceğimi not ettim defterime şu an.

Peki sizler neler yapıyorsunuz böyle durumlarda? Bilimsel olarak nefes alma egzersizlerinin bu hisleri kontrol altına almadaki başarısı kanıtlanmış. Çok basit ve enteresan değil mi? Bir gün içinde yetişkin bir insan ortalama olarak 23 bin kere nefes alır. Ama bunun çok çok çok çok çok ufak bir bölümünü belli bir kurala göre uygulayınca sonuç hayret verici. Yemeye saldırdığımız anlar bile olabiliyor. Bunun da bilimsel bir açıklaması gelmiş. Sinirlendiğiniz zaman yiyebileceğiniz 5 adet yiyecek var. Siyah çikolata, bitkisel çaylar, meyve, Guakemole ve kuşkonmaz. Dördü tamam da Guakemole ne? Şuymuş: Bir Meksika mezesi. B vitamini deposu. Tarif: 2 avokadayı soyun. Çekirdeklerini çıkartarak 4’e bölün. Yoğurt, maydonoz, limon suyu, sivri biber, soğan ve sarımsağı bir kaba avokadolar ile birlikte koyun. Hepsini iyice ezilene kadar karıştırın. Bunun için mutfak robotunuzu kullanabilirsiniz. Sonrasında 2 domatesi küp küp kesin, ve hazırladığınız karışımın içine ekleyin. Buzdolabında yaklaşık 1 saat beklettikten sonra çıkarın ve işte muhteşem bir stres düşürücü lezzetiniz hazır. Bu işkenceye gerek yok, bence direkt olarak çikolata ya neyse :)

Kimimiz sessiz bir ortama gidip çığlık atıyor, kimisi sigaraya dadanır, kimisi yastık yorgan yumruklar -duvarı yumruklamaktan iyidir-, kimi gider küfür eder vs....

Sonuçta bu yapılanların hepsi kendiniz için. Siz kendinizi rahatlatmak için birşeyler yapıyorsunuz. Ruhunuzu rahatlatmak için. Yani sadece kendiniz için. İnsanın kendisi için yaptığı her şey iyidir. Çünkü bu kişisel saygıdır. Önce kendine saygısı olmalı insanın ki başkasına da olsun deyip de dallanıp budaklanmayalım :)

Saygıyla kalın..

29 Mayıs 2012 Salı

Güleriz ağlanacak halimize...

Her gün yeni bir "Gün geçmiyor ki...." olayı =)

Geçenlerde sevdiğim bir köşe yazarının yazısını okurken ben de bununla alakalı bir yazı yazmalıyım diye düşündüm.

Enteresan bir milletiz yahu! Memleketimden bazı insan manzaralarını paylaşmak istiyorum.

İlk olay Pendik kaymakamlığından. Okuma yazmaya teşvik amacıyla birkaç yere pankartlar asmış. Pankartlarda yazan yazı "Okuma yazma bilmiyorsan en yakın eğitim kurumuna başvur." İyi yanından bakalım sosyal sorumluluk için iyi bir adım :)

Ev taşıma işi -bilenler bilir- hayattaki en zor işlerden biridir. Koli koli eşyalar, o koliler toplanırken ortaya çıkan ıvır zıvırlar, taşınınca açılan koliler ve nereye konulacağı bilinemeyen yine ıvır zıvırlar.. Hee bir de büyük eşyalar var tabi. Sağolsun nakliyeci abiler sırtlarında taşıyolar hepsini. Abi-kardeş olan bir çift kardeş müstakil evlerinin üst katından alt katına çeşitli eşyalar taşımak istemişler. Taşıma işiyle uğraşılmasın, yorgunluk olmasın diye de üst kattan eşyaları biri atmış, aşağıdan da diğeri tutmuş şeklinde hallediyorlarmış. Sıra buzdolabına gelmiş ve aynı mantıkla üst kattan aşağı atılmış buzdolabı. Hadi o atılmış da be adam sen aşağıdan neden tutmak istersin buzdolabını orası ayrı. Yaralanmış tabi. İzmir'de yaşanan bu olayımızın kahramanları ise Rizeli...

Bir diğer manzara Kayseri'den. Adamımız arabasıyla yolda giderken direksiyon hakimiyetini kaybedip demir yoluna giriyor. Ama bu durumu farketmiyor. Karşıdan gelen treni araba sanıp sellektör yakıp yol istiyor bu adam. Gelen arabanın!!! son anda tren olduğunu farkedip kendini arabadan zor atıyor. İyi tarafından bakalım, adam alkollü. Kendini kurtarmış da araba hurda tabi. Arabadan kendini nası attığını merak etmekteyim. Alkol deyip geçelim.

Şimdiki haberimiz hangi şehir olduğunu bilemediğim bir yerden. Bir müze ören yeri girişinde bilet gişesinde camekanlar olur ya yarım ay şeklinde hani, para-bilet alış verişi için. İşte o bölmenin sol tarafında ücret Türkçe yazıyor: "Giriş bir milyon." Hemen sağ tarafında da İngilizcesi "Entrance 12.000.000". Neyseki Türkçe bilmiyoruz! Bu tür bir şeye Galata kulesinde de rastlandığı söylentiler arasında.

Daha o kadar enteresan olaylar var ki yurdum insanında. Hayalini kurup alamadığı kamyon markasını kızının adı olarak koyan (BMC koymuş kızın adını) mı dersin, orman yangınında hatıra fotoğrafı çektiren mi dersin.. Arkadaşına şaka olsun diye makatına kompresörle hava veren ki o kişi de diğerine daha önce aynısını yapmış, e tabi intikam soğuk yenen bi yemek, kompresör havası kadar soğukkk

Ne denir ki? Yaşşa len Türk insanı :)


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kıpır fıkır kıpır fıkır..

Artık bahar geldi. Her taraf mis gibi iğde ağırlıklı mis gibi kokuyor. Çimler budanmaya başlandı bile. Ağaçlardaki karbeyaz çiçekler, pırıl pırıl güneş, denizdeki mavinin turkuvazı ve şıkır şıkırlığı, havadaki parlak mavi o kadar cıvıl cıvıl ki... Yaz resmen kapıda olduğunu hissettiriyor. Ben en çok geçtiğimiz günlerde geçirdiğimiz Erguvan günlerini doya doya dışarıda gezerek yaşadığıma seviniyorum. Morun tatlı tonundaki erguvan ağaçlarını özellikle boğaza nazır doyasıya izlemek gerçekten büyük bir keyifti benim için.




Dükkanlar yaz sezonlarını zaten çoktan açtı. Rengarenk kıyafetler, aksesuvarlar göz alıyor. Vitrinlerde gördüğüm herşeyin o an benim olmasını diliyorum sürekli. Kredi kartımla doyasıya alsam hepsini, hesapsızca -tabi limitsizce- alışveriş yapsam... Ama o kartı ben ödemesem... Havadan şak diye ödense... Sonra bi baksam aaaa sıfır borç :) Off Allah'ımmm hayali bile muhteşem :)

Üniversitelerde bahar şenlikleri başladı (hatta bitiyor). Hal böyle olunca yani bahar içimizde olunca insanın canı ders çalışmak da istemez. Herkes dışarda. Kafeler balkonlarını, teraslarını, bahçelerini iyice açtı. Artık içerilere kapanmak yok. Hele ki İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsak eğer, tadını doyasıya ve fazlasıyla çıkarmak lazım. Adalar'a gitmek lazım mesela. Fazla sıcaklar bastırmadan en güzel zamanları bu zamanlar. Fazla kalabalığa yakalanmamak için de hafta içi yapmak lazım ada kaçamaklarını. E yine hal böyle oluncaaa insanın içi kıpır kıpır oluncaaaaa yeni heyecanlar, yeni aşklar istiyor canı :) 





Aşkını zaten bulmuş olan, doya doya yaşıyor olan napsın peki? Evlensin :) Evlenmiyorsa bile ilk adımlarını atsınlar artık. Facebook listenize bir bakın. Artık evliliğe adım atanlar listesinin oluştuğunu hatta gün geçtikçe arttığını rahatlıkla göreceksiniz. E çevrede böyle mutlu çiftler görünce insanın evlenesi de gelmiyor değil. Şimdi düğün için yapılan hazırlıklar öyle gelişti, öyle güzelleştiki. Özellikle artık fotoğraf çekimleri harikulade yapılıyor. Fotoğrafçılar düğün/nişan gününü sabahın erken saatlerinden gece bitimine kadar hiç bir anı kaçırmadan ölümsüzleştiriyor. Sırf fotoğraf değil, video çekimleri de yapıp bunları sizin seçtiğiniz müziklerle kısa film haline getirip sunuyor. Yine sizin seçtiğiniz albümlerle ve değişik seçeneklerle muhteşem özel gün çekimlerinizi profesyonelce alabiliyorsunuz. Birkaç yakınımın facebookta paylaştığı fotoğraflardan yola çıkarak bu işi biraz araştırınca değişik çalışmalara rastladım ve çok çok çok beğendim. Sırf o çekimler için bile evlenilir :P


 
Neyse, fazla dalmayalım bunlara şimdi. Evlilikten önemli şeyler var şu an. Mesela iş bulmak gibi. Konu nasıl da sıkıcı bir hale geldi bir anda?!! :/

O zamannnn önce iş sonra aşk deyip vedamızı edelim :) Hadi iyi baharlar :)



15 Mayıs 2012 Salı

.........ship ??

Yakın zamanda bu silsileleri bir kitap haline getirsem mi acaba? diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü kızdığım ne çok şey varmış benim. Kendime kızdığım noktalar da yok değil. Ben böyle yazıyorum ya kızgınlığımı, neden bunları içime atıyorum ki? Neden söyleyip de o an anlık olarak rahatlamıyorum? Anlık ya belki ondan. Benim sinirim saman alevi gibidir. Çabuk parlar, çabuk söner. O yüzden hadi yine iyisin ey insan :)

Neden biz birşeyler paylaşmak için birilerine ihtiyaç duyarız? Kimlere mesela? Anne, baba, abla, kız kardeş, arkadaş, dost.... Kimi her şeyini ailesiyle paylaşır; kimi arkadaşlarıyla. Herkesin paylaşacağı şeye göre, arasındaki ilişkiye göre paylaşımda bulunduğu kişinin kim olduğu farklıdır. Ben şimdi arkadaş üzerinden gideceğim.

İnsanın neden arkadaşı olur? Güzel anlarını, mutluluklarını, sevinçlerini, mutsuzluklarını, kötü günlerini, hayal kırıklıklarını, en acı günlerini, vb. gibi sayamayacağım o kadar çok şeyi paylaşmak içindir arkadaş. Paylaştıkça güzelleşen arkadaşlık ilişkileri de uzun süreli olur. Kendi yaşadığımız anları paylaşmaktan çıkıp, beraber vakit geçirmeyi paylaşmaya gider ilişki. Beraber bir yerlere gidilir; filmler tiyatrolar izlenir; tatillere çıkılır... Bu anlarda da güzel paylaşımlarda bulunulur. Arkadaşlık böyle birşeydir. Birşey paylaşmayı sevdiğin insan, senin arkadaşındır.

Buraya kadar herşey güzel ve normal. Arkadaş, hatta dostun olarak nitelendirebileceğin birinin varlığına sahipsindir. Fiziken yanında olmasa da varlığını sana hissettirir. Telefon kadar uzaktır çünkü. Sesini duyar, rahatlarsın, mutlu olursun. Aranızda kimse yoktur. Çünkü aklı başında bir insan arkadaşlığının arasına kimseyi sokmaz. Birçok arkadaşı olabilir, ama hepsiyle paylaştığı şeyler farklıdır. Kimi okuldan arkadaşıdır; kimi çocukluktan; kimi işyerinden; kimi de biri vasıtasıyla tanıştığı biridir. Belki içlerinden biri sevgilisidir. Arkadaşıyla arasında olmamalıdır sevgilisi veya sevgilisiyle arasında olmamalıdır arkadaşı. Herşeyi sevgilisi olmaya başladığında o insan, arkadaşını unutur; araya mesafe koyar; bahaneler bulmaya başlar. Hani sevgilisinden önce arkadaşı vardı onun? Hani dostluklar hiç bitmezdi, bitirilemezdi, kimse araya girmemeliydi? Hani iyiki vardı o arkadaşın? Hani iyiki tanışmıştın onunla? N'oldu?

Sevgilisi yokken tüm hayatı arkadaşları olan biri, sevgilisi olduğunda arkadaşa "ByeBye" dememeli ya. Çünkü sevgilin geldi ama birgün gidebilir; arkadaşınsa zaten vardır ve hep olacaktır. Giderse de bir daha geri dönmesi çok zordur. Bence hiç dönmemeli ya neyse! Bu resmen "satış"tır. Sen birini biri uğruna terk etmişsindir. Aldatmışsındır. Kandırmışsındır.

Peki arkadaşa n'olur? O da yazık garibim zavallım onun yakınlığını, sıcaklığını, samimiyetini ister, bekler. Boşa bekler. Azcık aklı varsa beklemesin zaten. Şundan da emin olsun ki o birgün geri mutlaka dönecektir.

Bu seferki kızgınlığım buydu. İtiraf edeyim, zaman zaman bu kadar kızmama rağmen bunu da unutuyorum. Fakat, sonra hemen "Yooo diyorum, kendine gel. Gerçekten üzüldün sen. Bunu unutman mümkün değil."


Ama yine de giden gidiyor, kalansa öylece kaldığıyla kalıyor. N'olduğunu anlayamıyor, anlam veremiyor. Öylece söylenip duruyor. Göstermese de bir umut içinde bekliyor...


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Silsileler içinde...

Gün geçmiyor ki insanların tuhaflıklarıyla karşı karşıya kalınmasın. Yaa bana mı çok batıyosunuz yoksa siz zaten çok fazla mısınız? Neyin peşindesiniz?

Sahip olduklarınla kendi kendine övüneceğine, şükredeceğine, karşındakini ezercesine her yaptığın b*ku ona anlatman/gözüne batırman neden? Nedir bu bencillik? Yine mi bencillik? Amaaaann, ne kadar bencil bi insansın sen yahu! Sana daha önce zaten bencil olduğunu söylemiştim, neden dur durak bilmiyosun? Çıkardığın ses benim sessizliğimi yenemiyor değil mi? Galibiyet mi, mağlubiyet mi anlayamıyorsun? Hahaha! Peki, hoşuna mı gidiyo benle hiç adil olmayan bu şekilde savaşmak? Savaşma, seviş ey dostum.  

Gün gelir sen o sahip olduklarını tek tek kaybedersin veya hevesin geçer bir kenara atarsın bilemiyorum ama sonuçta kaybedeceksin. Haksız rekabetin sonu iyi değil. Hukuki ve cezai yaptırımları var :P

Ama ben senden daha güçlü olduğumu düşünüyorum. Senin sebep olduğun kriz anlarıyla ben başaçıkabiliyorum. Halledemeyen sensin. Güya egonu tatmin ettiğini zannediyorsun. Doğru, ediyorsundur. Ego nedir peki? Benim için ego, insanın özgüveninin, özsaygısının oluşturduğu iç dünyasıdır, kimliğidir, kişiliğidir. Sen hayatını maddiyat üzerine kurduysan eğer, kusura bakma biraz ağır olacak ama senin egon sahip olduklarının maddi değeridir. Gelip geçici birşeydir yani. Sen paranı tatmin ediyosun bu durumda. Paran=egon. Yani değerini biçiyorsun. Değersizsin. Ben bu durumla nası başa çıkıyorum biliyo musun?  Mesela kafana çivi çakmayı bile düşündüm, ama daha kötü bir şeye karar verdim; Seni görmezden geleceğim.  :))  (The Libertine)

24 Nisan 2012 Salı

Git ve gittiğin yerden dönme lütfen!!!

Efendim, insanların bir sabır sınırlarının olduğuna gerçekten inanmaktayım. Sabır sınırını taşıran o kadar da çok neden var ki... Bu sebeplerden biri "insan", "insanoğlu". İnsanın en büyük düşmanı insan derler ya... Yazık...

İnsanoğlunun binbir çeşit fikri ve davranışı var, evet. Benim en sinirlendiğim şey: birşeyi biliyorsun da kendi sınırların dahilinde bilmiyorsun. Şöyle ki, koskoca sen, üniversite eğitimi almışsın; dolayısıyla beynin dolu biliyorum; birşeyler öğrenmişsin de neden "ben biliyorum" havasına sert girişler yapıp çıkmak bilmiyorsun? Seninle konuşalım, tartışalım tamam ama, kendi bildiğini en üstün senmişsin gibi, sen en iyisini en doğrusunu bilirmişsin gibi, bir de bunun kibirli ve de ukala havasına girerek böbürlenerek anlatman davranman neden?? Sorarım sana eyyy insanoğlu! Neden bildiğin o şeyi, dayanaklarını söyleyerek adam gibi ispatlayarak söylemiyorsun? Neden karşındakine onu ezermişçesine tepeden bakıp burnunu kıvırarak ben bilirim moduna giriyorsun? Kusura bakma insanevladım ama, seni görünce küfrediyorum içimden. Sen ki olumlu sonuçlanmış bir olayın varsa bile, onu mutlaka sen tek başına yapmışsındır çünkü. Haa bir de bilmediğin bir nokta olup da ona da ısrar ettiğin zaman aslında sana ifrit olmuyorum, zevkten 44444 köşe oluyorum. Ohohoyy  konuş sen adamım, ben iyiyim böyle :) Sen bilirsin nasılsa, sen büyüksün.

Bunlar direkt bencillik tabi ki. Bencil olan insanın bunu yapması normal zaten. Çünkü "ben bilirim" demek bencilliktir. Ama korkma hey adam, bilimsel ve psikolojik bulgulara göre bencillik bir hastalık değilmiş; sadece senin ta kendin :)

Bir de bencillik de derece derece. Şimdi onu çözmek için insanlarla içli dışlı olmak lazım, iyi tanımak lazım. Onunla yolculuğa veya tatile çıkmak lazım. Ben tatillerde çok insanı tanıdım şahsen =)

Kaynak bence şu: hey sen adam!! Kendini dünyanın merkezinde mi sanıyorsun? Sanma. Herkes etrafında dönüyor değil mi? Değil. Adamsendecilik oynama. Dikkat et de yörüngenden çıkmasın o gezegenlerin. Dostluğuna zarar yahu! Zehirleme dostluğunu! (Balzac)

Bu arada kitabı ben bitirdim ama iyi niyetli temiz kalpli melek ben gün seçme şansını o kitabı bitiremeyen! arkadaşıma verdim. Olsun...

Sevgiler, 

14 Nisan 2012 Cumartesi

Yavaştan eskiye dönsem...

Durumum hoş değil, sıkılmaya başladım sanki. Alarmlar çalmaya başlamadan "Hop! Bi dur!" demeliydim kendime. Hemennnnnn "To Do List"imi aldım elime ve baktım n'apmalıyım diye. Her zamanki gibi yine karar veremedim :) Tam o sırada enteresan bir arkadaşımla aramızdaki muhabbet aklıma geldi. Uzun zamandır görüşemiyoduk. Bir türlü vakit ayıramamalar, iş-güç, vs.. derken dedi ki bana: "X kitabını ilk bitiren buluşma yerini ve zamanını söylesin. Ben önsözünü okudum sadece." Ben de tamam dedim. Aradan 10 gün geçti bende tık yok. Naptın kitabı dedi. Daha almadım bile dedim. Ben 79'dayım dedi. Ben de okurum dersem okurum, görürsen sen misali iddialı bir giriş yaptım. Görüşme zamanını ben söyleyeceğim, yıllar sonra da olabilir dedi pis pis güldü. Tabi iyi niyetli temiz kalpli melek ben, aklımdan böyle kötü düşünceler geçmedi.:)

Üç gündür kitap arıyorum yahu! Oturduğum bölgeye yakın yerlerde ne kadar kitap-müzik market varsa hepsini gezdim ama kitabı bulamadım, yok! Hani eski bir kitap falan olsa anlarım da kitap çıkalı üç hafta olmuş. En sonunda bugün buldum kitabı.

Eskiden (çalışmaya başlamadan önce) çok kitap okurdum keyifle. İş hayatına hızlı ve ani girişim, beni birçok keyfimden uzaklaştırdı. Kitap okumak bunlardan bir tanesi... 16 aydır doğru düzgün okuduğum bir tane kitap yok. Bir sürü kitaba sadece başlangıç yapıp bırakmışım. Evde oturduğum şu dönem kitaba tekrar başlamalıyım diyordum ama başlangıcı nasıl yapacağımı bilemezken arkadaşımın bu durumumu bilmeden bana vermiş olduğu gaza minnettarım :) Ben bu gazla kaç gündür özellikle kitap arıyorum. Kitabı büyük marketlerde bulamamam beni korsana mecburen! itti ama haticeye değil neticeye bakacaksın. Ben kitabımı buldum mu? Buldum. Okumaya başladım bile. Hatta bilimum toplu taşıma araçlarında ayakta bile okurum (zor! da neyse).

Bu arada arkadaşımı tanıdığım kadarıyla söyleyebilirim ki o kitabı daha bitirmedi. Ve ben ondan önce bitireceğime eminim. Onun beni belki benim bile farkında olmadığım bir şekilde eski alışkanlığıma resmen k.çıma tekme atarak göndermesi güzel bi hareket oldu :)

Kitapla ilgili yorumlarımı da yakında aktarırım. Adını sanını da tabi. Biraz gizem lazım ;P tchüss 

10 Nisan 2012 Salı

Isınma turları...


Amacım aşağıdaki ilk yazıyı sorunsallarla gündeme getirmek değildi tabiki. Bir süredir blog yazmayı düşünüyordum ama ne yazmak istediğime karar veremiyordum. O yazıda da amacım toplantı yapmak yerine yazmak değildi. Öylesine gelişti. Aklımdan geçeni döktüm aslında. Dolayısıyla biraz sert bir giriş oldu belki. Farklı başlangıçları seviyorum diyelim J o zaman bir “Merhaba” diyeyim ben. Merhaba J

Belki şu blogu yazmak gelip geçici bir şey. Belki bir heves. Belki “To Do List” imde olan tonlarca olaydan biri. Ne kadar uzun ömürlü olur bilemiyorum ama bir süre böyle devam. Bir idare edelim, ölçelim, tartalım, değerlendirelim, eleştirelim. Ama vur dedim diye de öldürmeyelim J Sonuçta edebiyat harikası bir kalemim yok, öyle olmak gibi bir niyetim de yok. Sadece içime attığım birçok şeyi dışarı çıkarma isteğimden… Bir faydasını görürüm umarım.


9 Nisan 2012 Pazartesi

Kısa bir giriş diyelim...


Çok kaytarıkçı bir insanım ben. Bir şeye başlayıp da onu muhteşem bir şekilde bitirmem bayağı zamanımı alıyor. Çünkü arada mutlaka ilgilenecek uğraşacak başka şeyler bulurum. Acaba bu, yaptığım şeyin benim ilgi alanımda olmamasından mı kaynaklanıyor? Yoksa benim odaklanamama problemim mi var? Eğer bu yazıya kişisel problemlerimden bahsederek devam edeceksem bitirebileceğimi zannetmiyorum. Evet, ben problemli bir insanım. Hayır, tamam, böyle devam etmiyorum. Problemlerimle baymaya hiç gerek yok :P Hele kendimi hiç J Biraz da bencilim sanki :D

Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali, yeter diyorum sustum diyorum ama durmuyorum. Neyse başa alıyorum. Konunun ilgi alanımda olup olmadığından mı yoksa odaklanamamaktan mı bahsedelim? İşte bazen birşeyle uğraşırken aklımda başka şeyler oluyor. Şu yazıyı yazarken bile neler yaptığımı sıralayayım: 1- Annemi aradım. 2- Mesaj yazmakla uğraştım birkaç kişiye aynı anda. 3- Maillerimi kontrol ettim. 4- Yanımda makyaj yapan arkadaşımı izledim. 5- Nasıl bir iş arasam diye düşündüm. Bomba nokta şu ki, yapmam gereken asıl iş bir toplantıydı. Yani benim o an mesai saatimdi ve Konya’da X firmasının toplantı odasında toplantı için hazırlık yapmam gerekiyordu J Sanırım bunlar benim net bir şekilde “kesinlikle odaklanamadığımı” ortaya koyuyor. Danışmana, psikoloğa, tedaviye, terapiye hiç gerek yok. Yine kendi sorunumu kendim hallettim. Pardon, teşhis koydum. Halletmek sonraki adım J   Hadi esen kalın J