22 Ocak 2014 Çarşamba

Hatıra diye bir şey var

Neredeyse bir yıldır boş kaldı burası. Hiç ilgilenmedim, ama hiç. Gerçekten bir kere açıp da bakmadım bile. Okul, iş, sosyal hayat, özel hayat derken aklıma bile gelmedi çünkü. Geldiyse de dediğim gibi, hiç açıp da bakmadım. Burayı açıp bakmadım ama yazılarımı boşlamadım. Bu süre içinde sürekli yazdım. Bu yazım daha önce yazıp sakladıklarımdan değil. Gelişigüzel yazıyorum. Aklıma geldiği şekilde. Şu an yani.
 

Şimdi yazarken nedense imla kurallarına dikkat etmeye çalışıyorum, özellikle bağlaç olan –de’nin yazımına. Yazacağım her cümlede sanki –de’yi kullanmalıymışım gibi hissediyorum. Çünkü başka okuduğum her şeyde çok dikkat ederim buna. Bununla ilgili yazılan yazıları bile bayıla bayıla okurum. İşi iyice geyiğe vuruyor şimdi bazı siteler. Her neyse, yazım kurallarında sıkıntım yok zaten. Ancak, noktalama işaretleri için aynı şeyi söyleyemem.

Şimdi nereden girdim bu konuya bilmiyorum. Yazarken yazasım geldi diyelim. Gelişigüzel… Biraz tuhaf tabi. Yazarken yazasım gelirim, konudan konuya atlarım. Düşünürken de öyle. Nasıl bir beyin var anlamıyorum ki. Beynim sanki kocamış bir çınar ağacı (bkz: yan taraf).
Meşhur nöron hücrelerimi onlara benzetiyorum. Kökten bir başlıyorum düşünmeye, binlerce dal budağa bölünerek düşüncelerimi oluşturuyorum. Mesela birileriyle laf arasındayken kulağıma bir şey geliyor. Bu şey, nasıl gidiyorsa taaaaaaa “onunla” bilmem ne zaman yaşadığımız bir anıyı hatırlatıyor. Sonra bu şey gidiyor annemin dıdısının dıdısına ait bir şey hatırlatıyor. Olmadı okulda bir yerlere gidiyor falan. Yani “and the oscar goes to…” durumu. Ya da mesela youtube’da vakit geçsin diye rastgele bir şeyler izliyorum. “Onun” zamanında her ne dinlediysem veya izlediysem, alçak yuutub çat diye onu ve benzerlerini öneriyor bana. Haydaaa! Tam böyle keyfe gelmişim, yüzüm gülmüş, kafa dağılmış derken olacak şey değil. Sonra çınar ağacı vakasını başlatıyorum, hadi bakalım. Kendi kendine tesellilere başlanır, “zaman her şeyin ilacı” veya “hayırlısı olsun/oldu” veya “kısmet değilmiş” yalanları söylenir. Ulan bu işin hayırlısı nerede o zaman? :) Hep mi hayırsızı yaşanır? Içlerinde en iyi “gideri olan” yine de zaman bence. Çınar ağacı modeli beynimle düşündüğüm zaman günbegün çekilen şeyin (acı, ızdırap, hüzün, üzüntü, vb) azaldığını da görebiliyorum. Bir de şu yağmur yağınca birdenbire ortaya çıkan şemsiyeciler gibi anılar da çıkmasa, gözümün önüne gelmese iyi olur tabi. Bunu dedim ya, hayatımda olmazsa olmaz bir dostumun “onun” adını zikrettiği teselli mesajı anında geldi iyi mi? Boşuna yazmıyorum işte bunları. Hepsinin bir sebebi var :) Hayatta her bitişin aslında başka bir şeyin başlangıç sebebi olduğu gibi.

Biraz hüzünlü bir başlangıç yaptım ama bu cehennemde yanıyorum demek değil. Dedim ya az önce, ilacım var: zaman. Hüzün de demişken aklıma nereden geldiyse Mirkelam’ın şarkısı geldi. Yazdıklarımla bağdaştırmıyorum. Hiçbir alaka kurmuyorum. Sadece şarkı güzel. Nostalji sonuçta. 90’lı yılların ortaları yanlış hatırlamıyorsam. Hayır. Şimdi kontrol ettim. 98 yılıymış. O yılların en masum, en içli, en temiz şarkılarından biri bence. Unutulduğunu zannetmiyorum. Sözlerinin de birçok kişinin ezberinde olduğundan eminim. E o zaman bir dinleyelim ve bir sonraki yazıda görüşelim :)

20 Şubat 2013 Çarşamba

Süper egolar...


Egonuzu tatmin etmek için sınırlarınızı çizin. Yoksa hastalık seviyesine gelir, kontrolden çıkarsınız.

Düşünüyorum. Iyi bir eğitim aldım, almaya da devam ediyorum. Yaptığım işlerde başarılıyım. Yöneticilerim ve birlikte çalıştığım insanlar bugüne kadar benden hep çok memnun kaldı. Tekrar çalışmak istediklerini sağolsunlar zaman zaman da söylerler. Bir kere daha karşılaşalım veya yolumuz kesişsin diyen başarılı çalışanları tanıyorum. Aklım mantığım var, eğitimliyim, başarılıyım, öğrendiklerimi aktarabilmek gibi bir vizyonum ve bu yolda ilerlerken de sürekli öğrenmek gibi bir misyonum var. Kişilerden aldığım takdir ve teşekkürler gururumu okşuyor; pohpohlanıyorum; koltuklarım kabarıyor resmen; şişiyorum; egomu tatmin ediyorum… Dur işte orda! Eğer o cümlenin daha da devamı gelecekse sıkıntının başladığı, hatta etrafınızı sardığı bir yerdesinizdir demektir.

Kendini beğenmemek imkansız bir insan için. Mutlaka… Çok başarılı biri olabilirsiniz, çok yetenekli biri olabilirsiniz, çok zeki veya aşırı akıllı biri de olabilirsiniz. Ne güzel… Kişisel gücün farkındalık bu. Ama merkez sürekli “kişisel” olmamalı. “Ben”cil olmamalı. Eğer kendi mükemmelliğimizi birazcık alçakgönüllülükle sınırlandırmaz isek kimseden değer göremeyiz. Derdi başkasından değer görmek olmayan biri için önemli de değil zaten, ayrı. Ama siz, mükemmelliğinizin farkında olunmasını istiyorsanız da, o zaman sınırlarınızı çizeceksiniz, çizmelisiniz.

Kimsenin kimseye tahammülü kalmadığı günümüz “metropol” zamanı insanı öyle bir noktaya gelmiş ki; onu nası geçerim, ondan nasıl üstün olurum, onunla nasıl başedebilirim, o nerede ben neredeyim, “o öyleyse ben de böyle olmalıyım” vb. gocunulan yaralar bir işe yaramaz. Insanlarla sürekli kendimizi kıyaslama yarışı içindeyiz. Çok net. Okulda notlarla, ailede kardeşlerle, komşularla, iş yerlerinde maaşlarla, statülerle, pozisyonlarla sürekli kıyaslıyoruz kendimizi. Kıyaslarken de kendimizi yüksek seviyede veya üst katta gördüğümüz herhangi bir noktaya geldiğimiz an, anında, karşımızdakini düşünmeden, empati kurmadan, konuşmalarımızla ezdiğimizin kaçımız farkındayız? Konu yine aynı yere (daha önceki yazılarımda belirttiğim noktaya) gidecek ama sihirli sözcük “ayna”. Önce kendimize bakmalıyız, sonra karşımızdakine…

Övün ama seviyeli övün. Kendini şaşırmadan övün. Benliğinden dışarı çıkmadan övün. Biraz saygıyla, biraz tevazuyla…

Hal böyleyken, demek istediğim kabaca şu: “Sen neredesin, ben nerede? Sen kimsin, ben kimim? Her şeyimiz farklıyken kendini benimle kıyaslama çaban niye? Haketmiyorken başkası gibi olma hakkına sahip olduğunu düşünmen niye?”

O zaman farkındalık için biraz düşünelim bence...

 

Sendrom sendrom üstüne...


Ne zamandır insanların şikayet ettiğim yanları vardı. Enteresan bir tesadüf sonucu bu rahatsızlığın aslında üzerinde nobel ödülü alacak derecede başarılı bir araştırma konusu olduğunu öğrendim. Dunning-Kruger Sendromu. Hakkında birkaç bilgi edindim ve hemen yazmak istedim ama bu seferlik değil. Bilimsel konuları kendi düşüncelerimi katmadan yazmak tercihim çünkü. Bu yüzden doğrudan yazıyı paylaşmak istedim. Bu şekilde paylaşmak istediğim başka konular da var. İlk olarak bununla başlasın bu dizi. Klinik Psikolog & Yaşam Koçu Pınar ÖZGÜNER’in  kaleme almış olduğu yazıyı paylaşmak istiyorum.Yazıyı okuyunca sıkıntının nereden kaynaklandığını çok kolay anlayacaksınız. Okurken aklınızdan isimlerin geçtiğini farkedeceksiniz eminim.
İyi okumalar diler, aradan çekilirim… :) 

 “Ne yaptığımız, yani işimiz bizim kim olduğumuzun, nasıl bir kişi olduğumuzun önemli bir göstergesi. Bazılarımız işini pek de sevmeden yapmakta. Emeklilik için ya da ileride rahat edeyim düşüncesi ile çalışmakta. Bazıları için ise çalışmak bir zevk. Bundan 3-4 sene önce bir yazı okumuştum. Yazıda şöyle diyordu: Eğer 10 dakika mutlu olmak istiyorsan bir bardak portakal suyu iç. Eğer 1 ay mutlu olmak istiyorsan aşık ol. Eğer 1 yıl mutlu olmak istiyorsan evlen. Eğer bir ömür boyu mutlu olmak istiyorsan İŞİNİ SEV.           

O kadar önemli ki kişinin işini sevmesi, onu sahiplenmesi. Bu durum kişinin hayatına çok büyük katkı yaptığı kadar iş ortamına da çok olumlu olarak yansımakta. Mutlu olarak çalışan kişiler çevrelerine pozitif enerji yayarak diğer çalışanların da motivasyonlarının yükselmesini sağlamakta.           

İş ortamınıza şöyle bir bakın. Nasıl kişilerle bir arada çalışıyorsunuz? Siz nasıl bir kişisiniz? Altyapınıza, birikiminize göre doğru yerde misiniz? Yoksa, sizi anlasınlar, sizin maaşınızı, kariyerinizi yükseltsinler diye mi bekliyorsunuz? İş ortamınızı değerlendirdiğinizde bazı kişilerin olması gereken yerden daha altta, bazı kişilerin de daha yukarıda olduğunu fark edebilirsiniz. Her zaman çok akıllı, çok iyi eğitimi olan kişiler başarı basamaklarını tırmananlar olmuyor. Hatta bu kişiler keşfedilmeyi beklerken arkadan gelen işbilen  kişiler çok yükseklere çıkabiliyorlar. İşte bu durumla ilgili bir araştırma yapılmış New Yorklu iki bilim adamı tarafından. 

Justin Kruger ve  David Dunning New York Stern School of Business'ta çalışan iki psikolog. Ortaya attıkları teorinin ismi Dunning-Kruger Sendromu. Biz bu sendroma cahil cesareti diyoruz. Journal of Personality and Social Psychology'nin Aralık-99 sayısında yayımlanan teori özetle şunu söylemekte: Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.

Bu teorinin ulaştığı sonuçlar şunlar: 

* Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

* Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

* Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp  anlamaktan da acizdirler.

* Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bu iki uzman teorilerini test etmek için Cornell Üniversitesi'nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden, testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini, istediler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru yanıt verenlerin), testin yüzde 60′ına doğru yanıt verdiklerine, ayrıca iyi  günlerinde olsalar yüzde 70′e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı. En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü  denekler olduğu (soruların yüzde 70′ine doğru yanıt verdiklerini  düşündükleri) görüldü. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000  yılında Nobel ödülünü kazandılar.           

İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, “kronik kendi kendini değerlendirme yeteneksizliğine” bağlıyorlar. Mutlaka çevrenizde vardır böyle kişiler. İçinizden düşünürsünüz bu adam ya da kadın bu mevkilere nasıl geldi diye. Bu kafayla nasıl bu pozisyonda olabilir diye hayıflanmışsınızdır. Sanat ve televizyon dünyasına bir bakın. Devletimizi yönetenlerin davranış ve yaklaşımlarına bir göz atın. Kendi iş ortamınızı bir gözden geçirin. Muhakkak çevrenizde böyle kişileri fark edeceksiniz. Bu kişilerin kendi yetersizliklerinin farkında olmamaları onlara bir avantaj olarak geri dönmüştür aslında. Çünkü bu kişiler gerçekten iyi olduklarına inanmışlardır. Bu yüzden de öne çıkmaktan, yaptıklarıyla gurur duymaktan sakınmazlar. Bunu bir hak olarak görürler. Uyanıklık yaptıklarını düşünürler. Tabi diğer uçta da nitelikli ama kendini ortaya koymayan, kendi başarılarıyla övünmeyen insanlar var. Bu insanlar maalesef nitelikli oldukları halde geri planda kalacaklar, yüksek görevlere kendi kendilerine talip olmayacaklar, yeteneklerinin başkaları tarafında görülmesini isteyeceklerdir. Sonuçta da yapabileceklerinin gerisinde kalacaklardır.

Şimdi kendinizi tekrardan değerlendirin. Acaba siz nasıl bir kişisiniz? Kendi değerinizin başkaları tarafından onanmasını mı bekliyorsunuz? Eğer böyle bir kişi olduğunuzu düşünüyorsanız şunu unutmayın: En büyük zenginlik kişinin kendine verdiği değerdir. Kendinizi bu zenginlikten mahrum etmeyin. Dünyanın en zengini de olabilirsiniz, en fakiri de. Bu size bağlı.

Çetin iş dünyası içinde öne çıkmaktan, kendinizi ortaya koymaktan korkmayın. İyi olduğunuzu düşündüğünüz konularda başka insanların sizi fark etmesini beklemeyin. Ortada olun. Sesinizi çıkartın. Eğer kendinizi ortaya koyma konusunda sıkıntı yaşıyorsanız bu konuda profesyonel bir destek almaktan çekinmeyin. Çünkü kendini ortaya koymak zannedildiği gibi çok da kolay değildir. Bu konuda kendini geliştiren kişiler, iş dünyası içinde daha doyumlu hissederken özel hayatlarına da bu olumlu duygular yansımaktadır. Bu sayede, kişilerin hayat kalitesi ve tatmin duygusu  artmaktadır.

Niteliklerinizin ve başarılarınızın farkında olup bunu ortaya koyduğunuz bir iş yaşantısı diliyorum.”

Kaynak: http://www.doktorsitesi.com/makale/dunning-kruger-sendromu/8194 (Klinik Psikolog & Yaşam Koçu Pınar ÖZGÜNER)

18 Kasım 2012 Pazar

Bir gariplik daha...


Bazı insanları anlamak gerçekten zor…

Bazı insanları anlamak gerçekten zor…
Ben sanki sürekli şikayet ediyormuş gibi bir izlenim veriyorum biliyorum ama yapmadan da olmuyor. Farkındalığın ne olduğunu bilip anlayabilecek kapasitede olan bu insanlar –az sonra bahsedeceğim tipitipler-  belki olur da denk gelir de okurlarsa bu yazıyı, anlayabilirler kendilerindeki o tahammül edilmez küstahlığı. Ben de nasıl sinirlenip gaza geldiysem şiir gibi yazdım, kafiyelerimi seveyim.
Kimdir bunlar? Neden ben bu kadar rahatsız oluyorum? Belki başkaları da rahatsız oluyordur da farkında değillerdir. Bir irdeleyip görelim. Bu yüzden önce madde madde yazmak istedim ki “Tamam işte bu o!“ diyebilelim ve karşı atağa geçelim. Fakat, yazdığım maddelerin paragrafa döndüğünü görünce vazgeçtim.
Dış görünüşüne aşırı özgüven yükleyip bunu orada burada -güya farkında olmadan- kullanıp dikkat çektiklerinden veya ilgi gördüklerinden habersizmişçesine haberli olanlar. “Ben aslında farkındayım ki, normal” düşüncesini, “Aaa yok canım olur mu öyle şey” şeklinde dışarı salar bunlar. Içlerindeki gereğinden fazla özgüven bom bom bom patlar o anda. Ilgi odağı olmaya da bayılırlar tabi. Ben bile şu aslan (burç olarak aslan) halimle utanıp sıkılırken sen niye böylesin? =)
Bunlar bazı şirketlerin saçma yöneticileri gibidirler. Ortada varolan sorunu kabullenmeyip içten içe sorumluluk alırlar. Yani sürekli bir inkar etme durumu hakimdir. Ortada olan şeyin illa ki bir sorun olması da gerekmiyor. Dersin ki “Ya şu da böyleymiş.” Anında antitez gelir ama o tezin hipotezi anında yazılmış, test sonucu da saniyeler içinde ona göre başka sonuçlanmıştır: “Yok yaa, o şöyle.” Gayet net. O, “şöyle”dir onun için. Ne alternatifi ne de dayanağı vardır. Sanki 100 yıllık iş/hayat tecrübenle konuşuyorsun!!!
Bir konu hakkında karşılıklı konuşmadayız diyelim. Bir yerden öğrendiklerinizi (okul olur, iş ile ilgili birşey olur, ders ile ilgili birşey olur..) aktarıyorsunuz. Daha konuşmanızı hatta o an söylediğiniz cümleyi bitirmenize izin vermeden araya girer, “Tabi ya, evet, …………..”şeklinde, sanki yılların profesörüyüm ben biliyorum edasıyla. Ben şahsen diyaloğu ısrarcı bir tavra girmemek ve argo tabiriyle sidik yarıştırmamak adına “Hıı hıı!” der, susarım. Içimden ses gelir: “Sen her b*ku bil, tamam.” Ya da bazen konuşmamı bitirmek adına devam ederim ki o zaten biliyodur konuşmanın devamını da… Aman benimki de laf işte! :D Ulen sen gelirken ben çoktan dönmüştüm. Bunun için çok uygun bir laf var: “Dün b*ktun bugün koktun!”. N’oluyoruz, huuopp? :) Ya herşeyi de bilme be kardeşim! Tereciye tere satıyorsun çoğu zaman, farkında değilsin. Bir kere de üstün olma çabası gösterme, azıcık alçakgönüllü ol, ölmezsin. O kadar sıktın ki artık senle konuşasım gelmiyor ya. Sana birşey söylemeye vallahi üşeniyorum, isteksiz bırakıyorsun. Keşke bir de sevmesem ya, o zaman hayat benim için de gerçekten daha kolay olurdu. Kısacası, sen hayattan hızlı değilsin, hayat sana çoktan birkaç tur bindirmiş. Çabalama yani.
Yani kısacası lütfen ukala olmayın. Ha farkında değilseniz eğer bunun, bir düşünün. Yine söylüyorum: Ayna.
Esenlikler diler işime dönerim :)


13 Eylül 2012 Perşembe

Kadın olmak zor


Bir Kezban muhabbeti var farkında mısınız? Kim çıkardı bu muhabbeti? Kezban deyince benim aklıma ilk olarak Hülya Koçyiğit ve İzzet Günay’ın Kezban orada, Kezban burada diye seri olan muhteşem ötesi filmleri geliyor sadece. Biri bana Kezban dediğinde veya birinin başkasına Kezban dediğini duyduğumda bozuntuya vermiyorum, itiraf edeyim :) Ama gerçekten bilmiyorum ben Kezban’ın ne demek olduğunu. Acaba kişi hem filmdeki Kezban’ın köylü haline hem de şehirli haline bezetildikleri için mi deniyor, bilemiyorum.

Merak ettim ve araştırdım biraz. Çok şaşırdım. Şaşırdığım şey sonuçlar değil de, başka şeyler. Birazdan anlarsınız. Kaynağım çeşitli forum siteleri ve ekşisözlük. Kimine gore kadınlığı ile ekstra barışık kişiye deniyor Kezban, kimine gore ukala dümbeleği, kimine gore yanına bile yaklaşılmayan burnu havada, “uff snne be slk” gibi söylemleri kendine lügat edinmiş, malum yerleri tavanda, evlenmeden olmaz modunda olan, kimine gore kültürsüz, kimine gore görgüsüz, beş liralık maaşıyla elli beş liralık hayat yaşadığını düşündüren…………… Tanımlar o kadar fazla ki. Ve dikkat de ettimde, Kezban kavramı tamamen erkeklerin saçma bir şekilde uydurması. Kadınlarla bir kuyruk acısı olan bazı/birçok erkeklerin kendilerine yediremedikleri durumlarda direct yapıştırdıkları etiket: KEZBAN. Hep bir kişiliğe saldırılar falan…

Eskiden köyden gelip de batılı yaşama ayak uydurmaya çalışan, uyum sağlamakta aşırı zorlanan kadınlar için kullanılırmış bu tabir. Doğrudur. Kezban filmlerinin moda olduğu dönemde, o filmlere ithaf etmek çok normal. Bu zamana kadar da o kadar döndürüp dolaştırılmış ki artık herkes Kezban sanki. Kişi kendinden bilir işi: ben de bu yazıyı okuduktan sonra bazı espiri yeteneği aşırı geniş ve yüksek kardeşlerimin! “Haha, Kezban’a bak lan,…….” tarzı yorumlar yapacağını biliyorum. Kalmasın içinizde, yazın bir bakalım. Birisini aşağılamak için kullandığınız Kezban lügatına bir yenisini daha ekleyin.

Son gündemimiz de Meltem Cumbul. Az çok duyan gören vardır. Evlenmiş kendisi ve geçenlerde gazetecilere alyansını göstermiş. Kayınpederi de kendisini Kezban olarak nitelendirmiş. Enteresan. Değil tabi. O yaşta bir amcanın da Kezban’ın ne demek olduğunu bilmesi çok normal! İşte efendim niye göstermiş de, gösteriş budalasıymış da, buldum buldumcuk olmuş da, kaç yaşına gelmiş de evlenmiş de, neredeyse evde kalcakmış da…vb..

En çok da bunları erkeklerin dedikodu malzemesi haline getirmesine şaşırıyorum ve acıyorum. Yuh yani! Kadınlar dedikoducu demeniz, kesinlikle kendi dedikoduculuğunuzun üzerini örtmek istemenizden. Kadının kişiliğine, başarısına, yeteneklerine laf edemediğiniz için anca böyle saçma sapan şeylerden bahsedersiniz.

Ayrıca bir kadının yine kişiliğine, yeteneğine ve başarısına laf edemediğiniz için direkt olarak görünüşüne Kezban etiketi yapıştırıyorsunuz. Yok Nişantaşı sokaklarında dirseklerinde çantayla 50 cm topuklu ayakkabılarıyla yürü(yeme)yen, yok saçı kaynaklı, yok gözü lensli, yok orası böyle, yok burası şöyle, yok kelimelerin sonunu uzatarak konuşan, sakatat ve et yemeklerine “ıyy iğrannç” diyenlere hep Kezban diyorsunuz. Kabul edilen birşey var ama; evet, toplumun bakışıyla kendi bakışını uzlaştıramayıp davranışlarını kontrol edemiyor olabiliyor bazılarımız. Başkaları gibi olabilme çabaları, isteği yok değil kimsede. Ama bu kimseye yok o öyle, yok bu şöyle, yok onun kılı, yok bunun tüyü, yok o da tam Kezban diye etiket yapıştırma hakkını vermez. 

Böyle durumlar oldukça kimilerinin karşısındakilerin isteklerine, beğenilerine gore şekillenmeleri normal değil mi? Kendini beğendirme zorunluluğu durumu ortaya çıkmıyor değil mi?

Lütfen birini eleştirekseniz de, eleştirmeden once, etiketi yapıştırmadan önce kendi etiketinizin ne olduğuna bir bakın, önce kendinizi tanıyın. İğneyi kendinize, çuvaldızı başkasına batırın.

Hoff azıcık agresiflik sezdim kendimde. Siz bir düşünün. Ben de ekstra sert bir kahve içip kendime geleyim. Daha saat 09.12! Ne bu bendeki sabah gazı yahu? :)
Görüşmek üzere


6 Eylül 2012 Perşembe

Ben de kimim?


Sahip olduğunuz şeyleri biliyor musunuz? Hayır, maddi değil, manevi şeylerinizi. Sizi siz yapan özelliklerinizi. Kim olduğunuzu ancak bu özelliklerinizi bilerek öğrenebilirsiniz, bilebilirsiniz.

Peki kimsiniz siz? Kendinize sorunca nasıl bir cevap alıyorsunuz? Isim, meslek, öz eleştiri… Bunları veriş şekliniz psikolojik haritanızı çıkarabiliyormuş bilimsel olarak. Ama şimdi bilimi bir kenara bırakalım. Ayrıca kimlik, isim bilmek gibi basit bir kavram da değil.

Aslında kim olduğumuzu kendimiz yaratırız. Hem de çok basit bir şekilde. Mesela, çok tembelim. Görünüşte basit bir söylem. Tek seferlik. Beyinde çıkan bu düşünce yacaş yavaş dile gelir, yerleşir ve bu kendi hakkınızdaki bir düşünceye dönüşür. Bu düşünce böyle hissetmeye ve sonrasında da hisse dönüşür. Sonra ise, bu yeni hissimize alışıp layık olmaya çalışırız, buna gore düzen kurarız içimizde. Bu basitçe söylemler kaderimizi etkilemeye kadar gidebilen tetikleyici söylemlerdir. Siz şu an tek bir cümleyi düşünceniz haline getirdiniz. Çirkinim, beceriksizim, başarısızım, aptalım, geri kafalıyım vs.

Tüm bu düşünceler size siz olmaktan da çıkarır. Başkaları gibi olmak istemeye başlarsınız. Başkalarının özelliklerine özenirsiniz. Neden onun gibi değilim, neden ben de öyle değilim gibi sorular yer beyninizi. Öz nefrete kadar götürür bu size. En basitinden örneği de kıvırcık saçlarımızdan bıkıp düz saçlı olmak istememiz değil mi? Veya tam tersi. Özeniriz, öyle olmak isteriz. Neden? Çünkü kendimizden bıkma noktasına geliriz. Işte bütün bunlar kendimizi iyi tanımamamızdan kaynaklanıyor. Halbuki bıktığımız kıvırcık saçın başkalarına da özendirici göründüğünü farketmiyor musunuz? Başkaları da sizing gibi saçlara sahip olmak istiyor aynı zamanda.
Örnekler basit, çok basit. Ama anlamları ve arkalarında yatanlar çok derin. Neler neler çıkar oradan, farkedebiliyor musunuz?

Herkesin bir inancı var değil mi? Kim olduğumuz konusunda da. Az once bahsettim hani olumsuz olanlar. Böyle düşünmeye devam edersek eğer, o özellikler gerçekten de yavaş yavaş kimliğimiz olmaya başlayacak. Bundan korunmak lazım. Çünkü öylesine negatif bir kimlik hayatımızı da etkiler. Bakış açılarımızı değiştirir. Önyargıları arttırır. Mutsuzluğu arttırır ve nedeni kesinlikle olumsuz düşüncelerdir.

Bu yüzden kendimize adamakıllı bir şekilde soralım: “Ben kimim?”. Iyice bir düşünün ve verdiğiniz cevaplardan, vardığınız sonuçtan memnun kalın.

Bir problem olduğunu düşünüyorsanız eğer, yıkın eski kimliğinizi. Yepyeni bir ben inşa edin kendinize. Ya da ne olmak istiyorsunuz? Karar verin ve olun.

Emin olun ki sorularınızın cevabını ararken aslında o olumsuz sıfatlara sahip olmadığınızı göreceksiniz. Yeni kimliğinizle tutarlı bir şekilde yaşamayı da öğreneceksiniz.
.
.
.
.
Yeni kimliğinize kavuştuğunuza gore, hadi artık öyle düşünüp, öyle hissedip, öyle davranmaya da başlayın. Kendi tasarımınızın ta kendisi olun.
Sevgiler :) 



5 Eylül 2012 Çarşamba

Selamlaşalım...


Yavaş yavaş insanlığımızdan çıktığımızı düşünmeye başlıyorum. Bazı kişileri gerçekten anlayamıyorum. Git gide suratsız olmaya başlamadık mı sizce?

En güzel örnek plazalarda, rezidanslarda. Farklı şirketlerden çok kişi aynı çatı altında çalışıyor. Aynı anda aynı şeyleri yapıp, aynı yerlerde bulunabiliyor. Öğlen tatili araları, çay/kahve molaları, katlat arasında gidiş gelişler, işe giriş çıkışlar… Bunların tamamında birbirimizle karşılaşıyoruz. Asansörde, merdivende, koridorda vs… Tanımıyor olabilirsiniz ama asansörde yalnız değilseniz bir selam verin. Selam vermek öldürmez.İstenilen şey zaten kara kaşa kara göze selam vermek değil, insani bir değer olduğu için selam vermek. Konuşmak zorunda değilsin. Ufak bir içten tebessüm ve günaydın, iyi günler, iyi akşamlar. Bitti. Gerçekten külfet saymaya başladık bunu ve bu gibi birçok şeyi. 

Bir de büyüklerimiz der ya hani eskiden komşuluk vardı. Komşu komşunun gerçekten külüne muhtaçtı. Şimdi öyle mi? Değil gerçekten. Çok nadir ve de. Oturduğum apartmana girip çıkarken her defasında farklı insanlarla karşılaşabiliyorum. Biri çıkarken veya girerken kapıyı tutuyorum nezaketen ki kapı çarpmasın veya dışarıda kalmasın diye. Bir teşekkür bekliyor insan haliyle. Selamlaşmak zaten yok, hiç söylemiyorum bile. Aynı kata oturduğum komşularımdan biri suratsız kadının teki. Kapıda karşılaşırsak hala insani duygularımla merhaba demeye çalışırım. Kadının umrunda mı? Kapısını kitler. Gözgöze gelmemek için çabasını gösterir. Hızlı hızlı gider. Eski komşularımızı gerçekten çok özlüyorum. Neyseki hala görüşmekteyiz.

Kimisi de kendince bir tanış grubu oluşturmuştur kendine. Başka biri umrunda olmaz. Anca kendilerine kakara kikiri. Biri yeni mi gelmiş, yeni işe mi başlamış umurlarında olmaz bunların. Yanyana geçerken göz göze gelirler, yine bir selam dahi yok.

Çok çeşitlendik gerçekten. Tanıdığı halde tanımaz tavırlar takınanlar, selam verdiğin halde gülümsemeyen, selamdan rahatsızlık duyanlar… Negatiflik, kibir, kendini beğenme, ukalalık neye yarar? Ne kazandırır? İnsani olmadığı gibi toplumsal hiç değildir. Ilişkisi bile olamaz.

Hergün duyduğumuz, gördüğümüz, şahit olduğumuz, bazen kızdığımız, bazen desteklediğimiz, bazen ayaklanmaya çalıştığımız haberler var, birşeyler oluyor. Birlik içinde olmamız gerekirken yanında bir de insanlığımızı da kaybediyoruz. Yapmayalım. Basit bir selam. Hepsi bu…

Görüşmek üzere :)